17.12.2003

ÇAYKOVSKİ’Yİ LANG LANG’DAN DİNLEMEK

“Çaykovski’yi o kadar sevme, sonra ucuz müziğe çabucak kayabilirsin” demişti çocukluk yıllarımdaki bir “entellektüel” ağabeyi. O zamanlar böyle öğütler verirlerdi yeni yetişenlere: “O ahım şahım melodilere kendini kaptırma; müziğin ilk cümlesinden sonuna kadar seni tutsak etmesine izin verme!” Ben de sanki yatak altında saklanan kitapların tadı gibi, gizlice dinlemek üzere korumaya almıştım Çaykovski’yi. Onun “Gençlik Albümü”nü piyanoda çaldığım zaman, günlük çalışmalarımı dinlemekten bıkan ev halkı bir başka ilgi göstermişti. Evdeki radyoda Kuğu Gölü, Fındıkkıran, hele 1812 Uvertürü çaldığında sesin yükseltildiğini, bu müziğe ayrı bir eğim olduğunu çok iyi anımsıyorum. Ama öyle bir koşullanmıştım ki, çalarken de dinlerken de kanatlanıp uçmamak, ayaklarımı yerde sağlam tutmak zorundaydım.
Her bestecinin kendi çağı içinde olduğu kadar tarih içindeki yerini değerlendirmeyi daha sonra öğrenecektim. Hele her birinin bana seslenen yönünden özgürce keyif alma hakkını çok daha sonra tanıyacaktım kendime.
(Bu arada uluslararası müzik sözlüklerinde Tsch olarak başlayan Çaykovski’nin adını Kiril alfabesinin karşılığı olarak bizdeki Ç sesiyle yazmaktayız. Tıpkı Şostakoviç’te olduğu gibi. Bunu yadırgayan okurlarım için bir saptama!)
Çaykovski’nin acılarla dolu gizli dünyasını öğrenmek belki her dinleyici için ayrı bir heyecandır: Ural dağlarında geçen çocukluk yılları, Rus Beşleri’nin onu fazlasıyla kozmopolit bularak dışlamaları, eşcinsel eğilimi ile çektiği acılar, zoraki evliliği, intiharın kapısına dek varan bunalımları, Madam Von Meck’in uzun yıllar onu yaşama bağlayan maddi ve manevi desteğini birden kesmesi ve sır dolu ölümü, bu besteciyi ayrıcalıklı kılar.
Onun Batı’ya yönelik Rus romantizmini, daha doğrusu romantik sözcüğünün içerdiği tüm öğeleri barındıran müziğini seslendiren yorumcu dilediği kişisel anlayışını sergilerken yine kendi sorumluluğuyla başbaşadır. Duvarları olmayan geniş bir alanda yer çekiminden kurtulup havalanabilirsiniz. Belki bütün romantik besteciler için geçerlidir bu tanım: Chopin’in “rubato”larını abartırsanız, Verdi’nin aryalarını sulandırırsanız, Liszt’in tuşlarında cambazlığa kalkarsanız, yozlaştırabilirsiniz yorumu. İyi yorumcu bu incecik çizgiyi gören kişidir: Sınırları zorlarken taşkınlığını denetleyebilir.
Günümüzde klasik müziğin klasikleşmiş yorumuna yeni renk katmak isteyenler, önce teknik zorlukların üstesinden geliyorlar, sonra nüansları değiştirip, tempoları hızlandırıp (bazen de yavaşlatıp) kendilerini de dinleyeni de yeni bir ivmeye sokuyorlar. Kimi yorumcuyla siz de uçuşa geçiyorsunuz, bilegeldiğiniz müziğe neler katılmış araştırması sonunda yorgun düşerek soluk soluğa konser salonundan çıkıyorsunuz. Ama kimi yorumcu da bütün yenilikleri belli bir tutarlılık içinde yerine getiriyorsa hayranlıkla ayrılıyorsunuz salondan.
Geçen hafta işsanat’ta dinlediğimiz Çinli piyanist Lang Lang da tempoları, nüansları değişikliğe uğratanlardan biri. Ama tutarlı bir bağlam içinde kaldığından, şıkırtısını ve şarkısını yitirmiyor. Çaykovski’nin 1. piyano konçertosunu sayısız kez dinlediğimiz halde, hala size taptaze filizler sunabiliyor. Sizi o kadar derinden kavrıyor ki, tuşa değdiği her anı zevkle izliyorsunuz. Zira tuşlar artık piyanonun bir parçası olmaktan çıkıyor, Lang Lang’ın imgelerini kovalayan birer araç oluyor.
Doğal ki böyle uçsuz bucaksız imge gücü olan bir piyaniste eşlik eden Tabakov yönetimindeki Bilkent Senfoni’nin de işi de iyice zordu. Upuzun parmakları, hep uzaklarda birşeyler arayan gözleri, yüzünde yaptığı işi seven insanların mutlu anlatımıyla, uzun süre onu unutamayacağız. İşSanat’a teşekkürler.
ÇİNLİ PİYANİST LANG LANG
Halen dünyanın dört bir yanında aranan bu piyanist zamanımızın en heyecan duyuran, dinleyiciye gönlünü cömertçe açan sanatçısı olarak ün yaptı. Henüz 21 yaşında ve peşinde yüzlerce konser ajanı, plak yapımcısı, organizatör dolaşıyor. 1982 yılında Çin’in Shenyang kentinde doğmuş, üç yaşında piyano derslerine başlamış, beş yaşında bu kentteki piyano yarışmasını kazanmış. Dokuz yaşında da Pekin konservatuvarına girmiş. 1995’te bütün Chopin Etüdleri Pekin Konser Salonunda tek bir konser içinde seslendirmesi olay yaratmış. Çin ve Almanya’da birkaç yarışmada birincilik elde ettikten sonra 1996’da Çin Ulusal Senfoni Orkestrası eşliğinde çalmış. 1997’de Amerika’ya yerleşerek Curtis Institute’da ünlü piyanist ve pedagog Gary Graffman ile çalışmaya koyulmuş. Andante Dergisi’nin son sayısından öğrendiğimize göre -ki Lang Lang bu sayının kapağı- bu kurumda Efe Baltacıgil’in de sınıf arkadaşı olmuş. Baltimore senfoniyle ilk kez Amerika’da sahneye çıkmış. Ve 1999’da Andrea Watts, Ravinia Festivalinde hastalanınca onun yerine Lang Lang’ın Şikago Senfoniyle Çaykovski konçertoyu çalması, sanatçının bütün yazgısını değiştirmiş. Şimdi internetten programına bakıyorum: Hemen her akşam bir başka ünlü salonda çalıyor. Dünyanın en ünlü şefleriyle, en önemli festivallerinde en büyük salonlarında yer alıyor. Artık herhalde sahnede çalışıyor. Yoksa bu yoğunlukta nasıl çalışacak zaman bulur, nasıl yeni dağarcık ekler programlarına ve nasıl ününü uzun süre koruyacak bir politika uygular, zaman gösterecek.

9.12.2003

Faik Canselen'e Ödül

Faik Canselen, 1911 doğumlu bir müzik neferimiz. Ankara Sevda ve Cenap And Müzik Vakfı’nın bu yılki Onur Ödülü olan Altın Madalyasına değer bulundu. Onun adını belki de ilk kez duyuyorsunuz. Ne uluslararası bir konser salonunda yapıtı çalındı, ne yoğun çaları yapıldı, ne devlet sanatçısı oldu, ne profesör, ne de müzik dünyamızın sorunları üstüne gazetelere beyanat verdi. O kendi köşesinde eğitim için çırpındı, müziğini yerel motiflerle besleyerek halkı çoksesliliğe alıştırmayı amaçladı; müzik dersi kitapları yazdı, gençlik için korolar kurdu; İstanbul ve Ankara’da olduğu kadar Anadolu’nun çeşitli köşelerinde, askeri müzik okullarında armoni, müzik tarihi ve koro öğretmenliği yaptı ve tam kırk iki yıl böyle çalıştı. Sevda Cenap And Müzik Vakfı, her yıl bu ödülü bir müzik emekçisine veriyor. Cumhuriyet müzik devrimine katkıda bulunan, yurt dışında sesimizi duyurmuş ve yıllarını bu uğurda harcayan kahramanları değerlendiriyor. Onların sayısı da gün geçtikçe o kadar azalıyor ki, her yıl altın madalyanın yeni sahibini merakla bekler olduk. Faik Canselen, Trakya göçmeni bir ailenin çocuğu olarak Balkan Savaşı sırasında, Kırklareli’nde dünyaya gelmiş. Annesi küçükken ölmüş, babası da Çanakkale Savaşına çağrılınca “Şefkat” Yurdunda büyütülmüş. İstanbul Balmumcu İlkokulunda müzik hocası Hulusi Öktem, ona sihirli bir dünyanın gizli kapılarını açmış. 1926-31 arasında Ankara’da yeni kurulan (1924) Musiki Muallim Mektebinin öğrencisi olmuş. 1938-43 arasında yine yeni kurulan (1936) Ankara Devlet Konservatuvarında okumuş. Kompozisyon ve Orkestra yönetiminden mezun olmuş. On yedi yaşındayken bestelediği “İleri” marşı “Yürü, atıl, devir karanlığı” dizeleriyle hemen Türkiye genelinde yaygınlaşmış. 1935’te Cumhuriyet Gazetesinin açtığı Musiki Müsabakasında halk jürisinin oylarıyla “Köy Düğünü” adlı yapıtı birinci olmuş. Fahri jüriyi oluşturan Hindemith, Şostakoviç, Vlach gibi yabancı müzikçiler, Cemal Reşit, Muhiddin Sadak, Akses ve Nimet Vahid gibi konservatuvar hocaları son kararı vermiş. Bu arada Ankara radyosunun yayına başladığı ilk dönemde, savaş yıllarının yankısıyla marşlar söylemek üzere bir koro kurmuş. “İlk koroyu ben kurdum. Hikmet Şimşek bile benim bir yıl öğrencimdi. Savaş sona erince bu koronun daimi kalması için başvurmuştum. Bir gün Cevad Memduh Altar, Necil Kazım Akses ve Ulvi Cemal Erkin beni konuşmaya çağırdı. Altar onların sözcüsü olarak, hocaların eserlerini de okutmalısın, dedi. Ben nihayet öğretmen kökenliyim, onlar muhterem eserler ama bu koroya ağır gelir, deyince bana karşı düşmanlık oluştu. Hop diye koroyu kaldırdılar.” 1946-49 yılları arasında devlet bursuyla Paris’e giderek Cezar Franck Yüksek Müzik Okulunda ve Paris Devlet Konservatuvarında eğitim görmüş. Savaş sonrası Paris’in yokluk içindeki ortamında kendi deyimiyle bir papaz gibi çalışıp bu okullardan mezun olmuş. Canselen, Türkiye’de Adnan Saygun, Muhtar Ataman, Veli Kanık, İhsan Künçer, Ulvi Cemal Erkin ve Hasan Ferit Alnar gibi çoksesli Türk müziğinin öncü besteci ve yorumcularıyla; Paris’te ise Elvin Court, Jean Rivier gibi isimlerle çalışmış. NE KADRO, NE EV, NE İŞ, NE EŞ VAR Ankara’da konservatuvar çevresinin ona karşı beslediği ayırımcı tutum uzun yıllar devam etmiş. Paris’ten döndükten sonra bir de bakmış ki okuldaki kadrosu bile kaldırılmış. “Ne çalışacak yerim, ne evim barkım, ne karım çocuğum vardı. Ve kendimi çeşitli kademelerdeki müzik okullarında öğretmenliğe adadım. Müzik dersi için eğitim kitapları yazdım. Korolar kurdum onları çalıştırdım. Hatta Ankara Spor Sarayında bin kişilik bir koro oluşturduğumda sanki büyük bir kantat bestelemişim gibi mutlu oldum”. Bu arada yıllar önce piyano için yazdığı Köy Düğünü’nü orkestraya uyarlayarak senfonik bir yapıt haline getirmiş ama tam elli beş yıl hiç kimse çalmayı üstlenmediği için gün yüzüne çıkmamış. “1990’da Hikmet Şimşek, on yıl elinde tuttuktan sonra İzmir’de çaldırttı. 1996’da Gürer Aykal CSO’da İkinci Süit adını verdiğim bu Köy Düğünü’nü seslendirdikten sonra bana öyle bir güç geldi ki, o güne kadar başlanmış, yarı kalmış nice çalışmayı raflardan indirdim. Günde belki on saat çalışarak genç Canselen’in başladıklarını yaşlı Canselen’in tecrübesiyle buluşturarak yeni bir kimlikte ortaya çıkardım. Böylece her biri iki kısımlı, allegro-andante şeklinde beş süit yani on senfonik eser tamamlanmış oldu. Bunların her biri de hemen CSO’da Aykal, Şallıel ve Krimetz gibi şeflerle yönetilerek seslendirildi.” Canselen müziğini şöyle tanımlıyor: “Bence biz hala çoksesliliğe geçiş dönemindeyiz. Birdenbire ton duygusundan bağımsızlıkla halka bu müziği kabul ettiremeyiz. Bestekarların tarihi vazifesi çoksesliliği sevdirip yaşatmaktır. Ben serbest armoni kullanarak, Anadolu motifleriyle çağ sonu İzlenimciliğini birleştirdim. Yumuşak, kolay anlaşılır bir dil kullandım.” Halen kırk beş yıllık eşi Şükran hanımla Ankara’da yaşayan Faik Canselen, yarım yüzyıllık unutulmuşluktan sonra yeniden gün yüzüne çıkmanın, değer bulmanın mutluluğunu yaşıyor. Neredeyse yirminci yüzyılın tüm serüvenine tanık olmuş 92 yaşındaki bir delikanlı.